İnsanı yaratırken yüce Rabbimiz, kulunun ruhuna merhametini üflemiştir. Merhamet, bedeninde vuku bulsun diye kalbinde yer açmıştır insanoğlunun. İşte bu yüzden, merhamet yağmuru başladı yer yüzüne; kimisi nasibini aldı, kimisi ise teselli bulamadan ebedi aleme göçtü. Nice güzelliklerin sunulduğu bu geçici ömürde, hakikatin izlerini arayamıyor insan. Zihin, gözleri kör eden renk cümbüşüyle meşgul, kalp ise her zaman biraz daha fazlasını istemekle.
Hakikat, asırlık bir çınarın kökünden dallarına doğru Allah’ı zikretmesiydi, duyabilene. Acı çeken bir mahlûkata el uzatmaktı, dokunabilene. Bir annenin, evladı için 9 ay karnında, ömür boyu kalbinde taşıyacağı sevgisiydi, bu da görebilene... Hakikat, bir çok şeyde gözler önündeydi. Ancak kalp ile görmek, kalp ile duymak, kalp ile merhametle dokunmak da eklenmelidir bu anlayışa. Kalbiyle nefes alan insanları saymıyorum bile. Bu insanlar, Allah’ın merhametinin en güzel vücut bulmuş halidir.
Bir kediyi severken, bir kuşun yaralı kanadını sararken, merhameti derya deniz olan Allah’ı hatırlar her fırsatta bu insanlar. Onlar, Allah’ın rahmet ve inayetine mazhar olmak için yaşarlar. Şadi Şirazi’nin bir kıssasında dediği gibi:
"Bir yıl Şam’da öyle bir kıtlık oldu ki, âşıklar aşkı unuttu. Gök, yere öyle cimri oldu ki, bir damla bile yağdırmadı. Ekinler, dudaklarını bile ıslatamadı. Ne kadar pınar varsa kurudu. Yoksulların gözyaşlarından başka hiç su kalmadı.
Vaziyet böyle iken, bir gün yanıma bir dostum geldi. Bir deri bir kemik kalmıştı. Hâlbuki zengin, kudretli, şan ve şeref sahibi, hem de cüsseli bir insandı. Hâlini görünce şaştım; ona sordum: '–Ey güzel huylu dostum, ne oldu, nasıl bir felakete uğradın? Gördüğüm bu zayıf, bitkin ve kederli hâlinin sebebini anlat bana!'
Dostum benim bu sözlerime üzüldü, hayret içinde şöyle dedi:
'–Dostum! Kederimin sebebini bilmiyorsan, bu ne gaflet! Biliyorsan, niçin soruyorsun? Görmüyor musun ki, felaket son raddeye vardı. Ne gökten yere yağmur iniyor, ne yerden göğe, âh edenlerin feryadı yükseliyor!'
Ona dedim ki: '–Biliyorum! Fakat bu kıtlık, seni niye bu kadar üzüyor? Senin her şeyin var. Başkaları açlıktan helak olsa, bundan sana ne?'
Bunun üzerine o kemâl ehli dostum, sanki âlimin câhile bakışı gibi bana mânidar mânidar baktı ve şöyle dedi:
'–Sâhilde olup da dostlarının denizde boğulmakta olduklarını gören bir insanın kalbinde huzur olur mu? Benim şu benzim, halkın sefâletinden sarardı. Beni kimsesizlerin ve yoksulların hâli bu duruma getirdi. Vicdan sahibi olan, kendi âzâsında yara görmek istemediği gibi, Allah’ın diğer mahlûkâtında da görmek istemez. Allah’a hamdolsun yaram yok, fakat başkalarının ıztırabı benim vicdanımı titretir. Hastanın yanında oturan insan, sıhhatte olsa bile, hiç keyifli olabilir mi?'
Kısaca, başkalarının dertleriyle hemhal olanlar sayesinde dönüyordu dünya varolduğu günden beri. Kendi silüetlerinin ardında kalpleriyle nefes alan insanlar, işte bunlar… Her fırsatta Allah’ın bahşettiği merhameti, kendilerine en güzel giysi olarak benimsemişlerdir. O giysi, maddi bir giysi değildir. Nice giysilerin ardında nice merhamet abidesi gizlidir, biz bunu bilemeyiz. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın dediği gibi:
'Harabat ehlini hor görme zakir! Defineye malik viraneler var.'
Vessalam...
Merhamet denizinde, Merhamete gark olmak ne güzel.